19 Aralık 2011 Pazartesi

Batılılaşma

        Batılılaşma denilen süreç yada batılılaşma hareketleri genelde Türkiye için kullanılır fakat bu doğru değildir. Türkiye batıya açılan batı tekniklerini, ilmini, düşüncesini kabullenen ilk islam ülkesidir. Bunu o dönem imparatorluktan kopan hatta o tarihte daha kopmamış olan Mısır ile birlikte yapmıştır. 19.yüzyılın tarihini incelediğimiz zaman pamuk gibi ziraate dayanan zenginler dolayısıyla ziraatını batıyla çok iyi bağdaştıran, batı sanayilerini, sevkiyatlarını becere n Mısırın daha zengin bir burjuvası olduğunu ve bu zenginliğin İskenderiye ve Kahire gibi şehirlere aksettiğini ve yaşam biçimi, entelektüel bilgiler dolayısıyla Mısırlıların o tarihte Osmanlı başkentini ve metropollerini geçtiğini görürüz. Batılılaşma Türkiye’de kalmayıp İranada sıçramıştır. Bunun derecesi bizimki kadar olmasa da toplumdaki hareketler yani toplumsal hareketlerde her zaman eşitlik görünmez. Mesela aynı şekilde 19.yüzyılın 20.yüzyılın İran’ında belirli sınıfların batı kültürüne batı dillerine eğilimi daha fazla olmuştur. Bir diğer örnek bizim gerisi diye tanıdığımız Ayetullah sınıfının içinde batı eğitimini bizlerden çok daha yoğun olarak görenler vardır.
        Türkiye’nin en önemli özelliği ordu ve bürokrasi  gibi çok önemli etkene sahip olmasıdır. Bu yüzden batılılaşma süreci bu iki etkenin etrafında daha sağlam temellerle daha hızlı olmuştur. Batılılaşma yaşamak için girmiştir. Japonya ve Rusya da bize benzemektedir. Tarihte ani değişiklikler yoktur değişimleri yönlendirip değiştirebilirsiniz ama bu tamamen sizin elinizde değildir. Batının tıbbından yararlanılmıştır. Mühendislik, matematik, fizik , kimya ve bununla birlikte yabancı dil ile okunan eserler ve giderek yabancı eğitmenler, öğretmenler yaşantımıza girmiştir. 19.yüzyılın insanı bu bağlamda yavaş yavaş batının etkisinde batı edebiyatına yönelmiştir. Bu saydığımız hayatımıza giren dallar sayesinde oluşan eğitim medreseleri hayatımızdan çıkarmaya başlamıştır. 19.yüzyıl batılılaşmasının en büyük zaafı filolojik ve felsefi mirasa sahip çıkılmaması yani medreselere yeterince dönüp bakmıyorlar ne de medreselerin öbür taraftaki gelişmelerden haberi oluyor. Bunu yenen insanlar vardır. Mesela Ahmet Cevdet Paşa. Batı tipi bir tarihçilik ve hukukçuluk yöntemiyle bakmayı bilir. Bu sayede yol alır. 19.yüzyılın bazı medreseleri astronomiden Fransızcaya kadar yeniliklere yol açmaya çalışıyorlar. Bazıları da orta çağın yöntemlerinden bakış açılarından kurtulamamış. Osmanlı batılılaşma askeri olarak başlamış felsefesi yapılmamıştır. 19.yüzyılda Osmanlının devletinin merkezi bütçesi yoktur. Bu yüzden reformlar sürekli gelişmekte idareye bile yansımakta merkezi hükümet vergileri halktan toplamak için iş bölümüne girmiştir. Duyun-u Umumiye ile birlikte yeniden maliye şekillenmiştir. Devletin ve toplumun içinde yeni gelişmeler meydana geliyor. Araziyi ve arazinin mülkiyetini düzenlemek lazım çünkü temel gelir noktası budur. Ordunun ihtiyacına göre sanayi şekillenmeye başlıyor. Türkiye’nin sanayi ve teknolojik ilerlemesine yol açan faktörler askeri fabrikalardır. Sanayiye ihtiyaç duyulmaya başlanıyor. Cam, porselen, kumaş fabrikaları bu sayede oluşmuştur. Ardından tekstil gelişmiştir.

12 Aralık 2011 Pazartesi

Osmanlı Devletin'de Yönetici Sınıf-Reaya Ayrımı

         Osmanlı Devletini diğer devletlerden ayıran en önemli özelliği halkın yönetici sınıf  ve reaya olmak üzere iki farklı sosyal gruba bölünmüş olmasıdır. Bu durum yeni bir sınıflandırma olmamakla birlikte ilk Türk devletlerinden itibaren benzer yapılar ortaya çıkmıştır. Buna örnek olarak İslamiyet öncesi Türk devletlerini söyleyebiliriz. Bu devletlerde han ve ailesi şeklinde bir yapılanma görülmüş , hanın etrafında beyler, kabileler ve halk yer almıştır. Sultan vardır ve sultana bağlı askerler ki bunlara ikta sahipleri denen bir sınıf ve üçüncü olarak ulema ve devlet memurları son olarak da vergi veren sınıf reayadır.
        Osmanlı Devleti müslim-gayrimüslim tarzı bir ayrım yapmadan halkı yönetici sınıf ve reaya olmak üzere ikiye ayırmıştır. Osmanlı Devletinin temel amacı  fetihlerle beraber yeni topraklar ele geçirmek ve İslam dinini yaymaktır. Devlet içinde askeri sınıf ağır basmakla birlikte dört ana bölümden oluşmaktadır. Bunlar : seyfiye, ilmiye, kalemiye ve saray hizmetlileridir. Osmanlı Devleti fetih ve gaza temeli üzerine kurulduğu için uzun süre ilmiye ve seyfiye etkili olmuştur. İlmiye sınıfının başı şeyhülislamdır. İlmiye sınıfı yetiştiren yer medreselerdir. Medreseyi bitirenler kadı yada müderris olarak görev yapar.
       Osmanlı Devletinde katipler ikiye ayrılmıştır. Bunlar: katiban-ı ahkam-divan ve katiban-hazine-i amiredir. Birinci gruptakiler nişancıya ikinci gruptakiler ise defterdara bağlı olmuşlardır. Seyfiye ve ilmiyedeki bozulmalar ve güç kayıplarından sonra kalemiye ön plana gelmiştir. Birun, Enderun ve harem ise yönetici sınıf içinde yer alan saray hizmetlileridir. Yönetici sınıf-reaya kavramı imparatorluğun sonuna kadar devam etmiş, padişah çok olağanüstü bir durum karşısında reaya sınıfından olan birini askeri sınıfa geçirmiştir.
      Osmanlı Devletinde yönetici sınıf dışında kalan herkes reaya olarak kabul edilmiştir. Sadece kırsal kesimde yaşayan ve tarımla ilgilenen kesim reaya değildir. Bu nedenle reaya  sınıfı  farklı üretim alanları  ve farklı gelir gruplarını içinde barındırmıştır. Bu grup içinde hem kırsal alanda üretim yapan köylüler, hem de şehirde yaşayan tüccarlar yer almaktadır. Osmanlı Devletinde reayada farklı ortakçı kullar adı verilen bir grup vardır. Bu grup kölelikle, hür köylüler arasında bir yerde olup serflerle benzerlik göstermektedir. Daha sonra ortakçı kullar ortadan kaybolmuştur. Ortakçı kullar her alanda kısıtlamalara karşı kalmıştır. Üretim araçları üzerinde hakları yoktur.
      Sonuç olarak yönetici sınıf ve reaya adı altında olan bu iki grup Batı’da ortaya çıkan sınıf kavramından tamamen farklıdır. Yönetici sınıf vergi ve bazı idari haklarla sınırlı ölçüde ayrıcalıklıdır. Reaya bu konuda daha avantajlıdır ve devletin koruması altındadır. Yargı devletin elindedir. Tüm bunlara rağmen Osmanlı Devletinde bir sınıftan diğerine geçmek çok alışılmış ve kolay olmamasına rağmen imkansız değildir.
     
       
       
        

5 Aralık 2011 Pazartesi

Sanayi Devrimi

         Sanayi İnkılabı,buhar gücünün bulunması,bu gücün üretimde kullanılmaya başlanması sonucunda ortaya çıkan üretimin basit el aletleri ile pahalıya ve yavaş yapılması uygulamasının terk edilmesi,üretimin fabrikalarda hızlı ve ucuza gerçekleştirilmesi olayıdır.Yani Sanayi İnkılabı üretimde basit el aletlerinin yerini,makinenin almasıdır.Sanayi İnkılabı,”Globalleşme” denilen,pazarları ve üretimi dünya boyutuna taşıyan ekonomik dönüşümün de başlangıcını ifade etmektedir.Sanayi İnkılabı küçük sermayeden,büyük sermayeye,yani kapitalizme geçilmesini sağlamış,küçük sanayi kuruluşlarının yıkılması,ucuz ve bol üretimi dünya ticaret dengesini değiştirmiştir.Sanayi İnkılabı ile birlikte Avrupa’da hammadde ve pazar problemi yaşanmıştır.Bu problem batılı ülkeleri hem milli sınırları içinde,hem de sömürgelerinde koruyucu tedbirle almaya ve yeni pazarlar bulmaya zorlamıştır.Kalabalık nüfusu,yer altı ve yerüstü zenginlikleriyle Osmanlı Devleti bu açıdan Batılılar için önemli bir Pazar niteliği taşımıştır.Osmanlı Devleti’nin Sanayi İnkılabı’ndan olumsuz yönde etkilenmemek için alması gereken önlem yüksek gümrük uygulayarak Avrupa mallarına karşı yerli sanayisini korumak ve sanayiini çağdaş teknolojiyle güçlendirerek,Batı malları ile rekabet edebilecek duruma getirmektir.Ancak bunların hiçbiri yapılmadığı için Osmanlı Devleti,Sanayi İnkılabı’ndan olumsuz yönde etkilenmiştir.

          Mal üretimi çoğaldıktan sonra,artık kapitülasyonların tanıdığı ayrıcalıkları da yeterli görmeyen Batılılar,Osmanlı Devleti’nin uyguladığı ticaret yasaklarından,tekel uygulamalarından şikayetçi olmaya başlamışlardır. İngilizler,Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşanın çıkarttığı isyan ortamından faydalanarak,1838 Ticaret Antlaşmasıyla bu şikayetlerden kurtulma imkanını elde etmiş,bunu diğer büyük Batılı devletler izlemiş ve ülke adeta bir yarı sömürge ağı içine düşmüştür.Avrupa malı ucuz ve bol miktarda Osmanlı pazarına girerken,Osmanlı ülkesindeki hammadde daha ucuza yurt dışına çıkarılmış,bu da yerli sanayinin gelişmesini engellemiştir.Osmanlı Devleti’nin savaşlar yüzünden mali durumunun bozulması ve izlediği yanlış ekonomik politika,onu Batılı devletlerden borç almaya zorlamıştır.Alınan borçlar yerinde kullanılmadığı için,devlet bu paraların faizlerini bile ödeyememiş ve iflas ettiğini açıklamıştır.Batılıların,Osmanlı Devleti’nden alacaklarını tahsil etmek gayesiyle 1881’de kurulan Duyun-u Umumiye Teşkilatı,devletin gelirlerinin önemli bir bölümüme el koydurmuştur.Bu da Osmanlı Devleti’nin mali bağımsızlığını yitirmesine neden olmuştur.Osmanlı Devleti’nin bu şekilde borçlanması yabancı müteşebbislere yaramıştır,Türk müteşebbisler ya tamamen ortadan silinmiş,ya da yabancılarla anlaşarak çalışmalarına devam etmek zorunda kalmışlardır.Bunun sonucunda demiryolu,limanlar,elektrik-havagazı,su ve maden ocakları hep Avrupalı işletmeciler tarafından işletilmiştir.amacı kar etmek olan bu şirketler,milli kaynakları rasyonel olmayan bir şekilde kullanarak zenginleşirken,ülke kaynaklarını kurutmuşlardır.


          Osmanlı çok kendi içlerine kapanmış ve aynı zamanda yenilikleri takip etmiyorlardı. Osmanlı Devleti’nin çöküşünde Batı’nın geleneksel toplum yapısından yani tarım toplumundan, modern toplum yapısına yani sanayi toplumuna geçmesi (Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi) ve Osmanlı Devleti’nin bu sürece uyum sağlayamayarak, geleneksel toplum yapısından modern toplum yapısına geçemeyişi etkili olmuştur. Sanayi İnkılâbı’nın sonunda sanayileş­mesini tamamlayan Avrupalı devletlerin sömürge ve pazar arayışları arttı, bu durumun sonucunda Osmanlı Devleti toprakları üzerinde çıkar çatış­maları başladı. Avrupalı devletler 19. yüzyılda azınlık haklarını ve kapitülasyonları bahane ede­rek Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karıştılar.Osmanlı Devleti, Avrupa’da meydana ge­len bu gelişmeleri yeterince takip edemediğinden dağılması hızlandı. Endüstri Devrimi sonucunda Osmanlı İmparatorluğu'nda küçük atölyeler ortadan kalkmış işsizlik artmış ,dış ticarette denge bozulmuştur.Osmanlı Devleti, Avrupa mallarının istilasına uğramıştır.Sonuç olarak Osmanlı Devleti,dışarıya hammadde satan ve dışarıdan mamül alan bir ülke haline gelmuştir.Ekonomide başlayan bu gerileme siyasi çöküşü hızlandırmıştır. Sanayi İnkılabı, geri kalmış, teknolojik gelişmesini tamamlayamamış ülkeler için büyük bir sıkıntıyı da beraberinde getirmiştir. Bu ülkeler Endüstri İnkılabını gerçekleştirmiş olan ülkelerin hammadde ve pazar kaynağını oluşturmuştur. Osmanlı Devleti açısından da Sanayi İnkılabı çok büyük sıkıntı yarattı. Kapitülasyonların da olumsuz etkisi yüzünden Osmanlı ekonomisi çöküntüye uğradı. EI tezgahlarından oluşan yerli sanayi dağıldı.

30 Kasım 2011 Çarşamba

Özgürlük

Özgürlük, herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumudur. Her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu yani hürriyettir. Özgürlük; insanın gerçekleştirebildiği kadarıyla benliğini, dış dünyasıyla birlikte kendi ruhsal dünyasına kabul ettirmesidir. Yani kişisel bütünlüğünü sağlamasıdır. Özgürlük, insanın öncelikle kendisinden memnun ve sonra diğerlerinden hoşnut olmasıyla elde ettiği bir duygudur. Aynı zamanda siyasi ve ideolojik düşünce kalıplarından tam olarak kurtulmaktır. Özgürlük herkes için farklı anlamlar taşıyabilir.
Her insanı ve toplumu daima ilgilendiren bir konudur özgürlük. Bu yüzden dün de bugün de insanın temel sorunlarından biri olmuştur hep. Olmaya da devam etmektedir. Hem geçmişte hem günümüzde dünyada olup bitenlere, yapılanlara, yaşananlara, ortaya çıkan olgulara bakıldığında özgürlüğün, insan için önemli, vazgeçilemez bir dava olduğu görülmekte ve bu sözcüğün, dile getiriliş biçimlerinden onun, herkesçe istenen veya özlem duyulan bir durumu adlandırdığı anlaşılmaktadır. Öyle ki herhangi bir yaşta ve herhangi bir koşulda, haklı ya da haksız, açık ya da örtük, doğrudan ya da dolaylı şekilde özgürlük isteminde bulunmamış bir kimse yok gibidir.
Bugün de kişiler ve toplumlar “özgürlükleri” için savaşmaktadır. Öyle görünüyor ki özgürlük insanın, var oldukça uğruna hep savaşacağı bir şeydir. Onun varoluşunun anlamıdır budur bir bakıma. Özgürlük, insanın, onu var kılan en önemli, en temel varlıksal açılımıdır. Bunun içindir ki insan özgürlük ister varoluşu boyunca. Özgürlüğü istemek, isteyebilmek onun yapısal olanağıdır. Özgürlük isteminin varlıksal temeli, insanın, kendine verilende sınırlandırıldığı veya kendini sınırlandırılmış gördüğü; haksızlığa uğradığı veya haksızlığa uğradığını düşündüğü durumlar karşısında “hayır” diyebilmesinde, “başkaldırabilmesinde”dir.
Özgürlük; en temelde bu bir var olma savaşıdır, varlığını kurma, oluşturma mücadelesidir; kendini var duyma isteğidir. Özgürlük, düşünmenin ortaya koyduğu, düşünen yanımızın bize sağladığı bir fikir, bir idedir. İnsan, öyle bir yapıdadır ki düşünmesiyle bu tür fikirler oluşturabilmekte, ortaya koyabilmektedir. Bana göre özgürlük başka insanlara zarar vermeden dilediğini yapabilmektir. Elbette ki özgürlüğün sınırları vardır. Özgürlüğün sınırlarını kişi önce kendisi koyar. Bunu yapmazsa toplum ona özgürlüklerin nereye kadar olması gerektiğini koydurur. Sınırsız özgürlük diye bir şey yoktur. Diğer insanların özgürlüğünün sınırları, sizin özgürlüklerinizin sınırlarıdır.

27 Kasım 2011 Pazar

Arabesk Ve Toplum



Her türlü müziğin bir var olma sebebi var. Arabesk de öyle.Arabesk müziği toplumun belli bir kesiminin kendini ifade etme aracıdır.Bu müziği,arabeski hayatın acı veren yanlarını paylaşmak,hayata karşı bir isyan,ses duyurma olarak da ele alabiliriz.Arap müziğinin unsurlarını taşıyan arabesk,toplumda birçok kesime hitap eder aslında.Arabesk bir kültürdür,bakış açısıdır.Arabesk doğu ile batının sentezi gibidir.Bu durumu müziğin içinde görmek mümkündür.

Arabesk aslında tam olarak toplumumuzun içinde bulunduğu yaşayışı anlatır. Bu müzikle Türk toplumunun sosyal, kültürel ve ekonomik yapısı örtüşmektedir.Bu sebeple Arabesk ve Türk toplumu bütünleşmiş ve özleşmiştir.Bu müzik türünün önemli isimlerinin başında gelen İbrahim Tatlıses’in,yaptığı şarkılarda arabesk kültürünün yansımaları görülmektedir.Şarkılarda da görüldüğü gibi bu akım toplumun acılarından doğmuştur.Böylece toplumun tam bir parçası haline gelmiş ve yerini almıştır.

Arabesk müzik yapan şarkıcıların temelinde aynı düşünce yatmasına karşın, müziği ele almalarında bazı değişiklikler görülebilir.Bu müzisyenlerin hayat görüşleri şarkılarında işlediği temalardan rahatça çıkarılabilir.

Medya Ve Gerçeklik




Medya hayatımızın tam orta noktasında yer alıyor. Güncel olayları bugünü, yarını, gelecekle ilgili beklentileri, koşulları bunun gibi her şeyi medya sayesinde öğreniyoruz. Medya haber demektir insanları bilgilendirmek bu sayede aydınlatmaktır. Medya her zaman canlıdır.Canlı olmak zorundadır. Her yeni gün , yeni bir haberle çalkalanır ve manşetlere yerleşir.Böylece tüm dünya bu haberleri öğrenir. Haber yapmak aslında o gazetenin bizim elimize ulaşması kadar kolay değildir. Bir çok aşamadan ve denetlemeden geçtikten sonra o haber,haber formatı ve kurallarını içinde barındırdığında gerçek anlamda haber olur. Gazetelerde televizyonlarda dönen haberler ne kadar gerçeklik taşıyor ? Aslında önemli olan noktada budur. Bir haberin gerçeklik taşıması için önemli olan etkenler nelerdir ve kaç tane gazeteci bunu dikkate alarak ele aldığı haberi yazıyor. Bu gerçekten cevaplanması gereken ciddi bir soru. Bir haberin haber olup medyada bir önem taşıması için , nesnel bir bakış açısıyla kaleme alınması ve eleştirel bir dille anlatılması gerekir. Haberler hem bilgi edinme gereksinimimizi karşılar, hem de yansıttıkları değerlerle dünyayı anlamamızı şekillendirirler.

Medya bir savaş ortamıdır aslında.Her zaman ayakta kalmalı ve gücü elinden bırakmamalıdır. İşte o zaman halk ona kulak verir ve peşinden gider.Bir haberin manşet olması için hep normalinden abartılması mı gerekir? Nedense bu medyada olduğundan daha farklı abartı şekilde gösteriliyor.Medya bir gerçeklik inşa eder sözüyle asıl anlatılmak istenen nedir? Medyanın temelinde kesin doğrular varsa ve gerçekleri barındırdığı insanlara dayatılmak isteniyorsa bu tek gerçek medya demektir. Medyada gerçek dışı görülen durum o haberin yanlış şekilde toplama gösterilmesidir.Bu o toplumun bakış açısını olumsuz yönde etkileyebilir.Basılı ve görsel medyadan yayılan haberler her zaman bilgilendirici,irdeleyici ve tarafsız değildir.Medya yanlı haber yapıyor,şiddeti destekliyor,bizi sıradanlaştırıyor diyen görüşlere bazı noktalarda katılıyorum.Medya oluşturduğu haberlerle bizi,bakış açımızı değiştiriyor,başkalaştırıyor ve böyle başka biri oluyoruz. Giderek aynı başka kişiler olarak düşüncelerimiz,söylemlerimiz aynılaşıyor ve evreni tek bir açıdan görmeye başlıyoruz.Değişiyoruz ama bu değişim ileriye götürmüyor bizi,yutuyor içinde hapsediyor.Medya neyin ne denli önem taşıdığına karar veriyor.Böylece bizde o şeyin peşinden gidiyoruz.

Kimi zaman aynı olayın değişik medya organlarında farklı ve bazen de taban tabana zıt yorumlarla verilmesi sık sık doğru nerede sorusunu gündeme getirmektedir.Medyanın haberdar etme ve bilgilendirme işlevi,özellikle görsel medyada,bir görüntüyü tespit eden ve daha sonra çoğaltılarak orada olmayanların kullanıma girmesiyle değişiklik kazanır.

13 Kasım 2011 Pazar

Taraf Olmamak




Bilim adamı olmak zordur. Aslında insan olmak zordur, çünkü insan olmanın bazı kuralları vardır. Bunun yanında bilim adamı olunca insanın kendi sorumlulukları dışında insanlığa karşı sorumlulukları da oluşmaya başlar. Günümüzde bilim adamlarının taraflı mı yoksa tarafsız mı olması gerektiği konusunda ben açık bir şekilde tarafsız olmalılar diyebilsem de  ne yazık ki her toplumda, her kültürde bu durum değişebiliyor.
Bilim adamı olmak bir yaşam biçimidir.Kendine has bir yaşamsal disiplini olan, herkesten fazla toplumsal sorumluluk taşıyan kişidir.Bilim adamı olmak bir kültür ve ahlak olayıdır.Bilim insanı da toplum içerisinde yaşadığı için toplumla birlikte olması gereken durumlarda kendi iradesi dışında zorunlu bir takım ilişkiler çerçevesinde üretim sürecine girmek ve toplumun ortak kültürünü paylaşmak zorundadır. Toplumun oluşturduğu hukuk, sanat, felsefe, din ve ahlak değerleri gibi. Buradaki bilim insanının kendi toplumsal yaşayışı içerisinde bir ulusal veya toplumsal kültürü vardır, bunlardan ise dayandığı sınıfın kimliği ve kültürü ağır basmaktadır. Bu yönüyle bilim insanı bir kişilik ve kimlik taşımaktadır.
Bilim adamı her yönüyle tarafsız, bağımsız, ticari kaygıdan uzak olmalı ve evrensel kuralları uygulamalıdır.  Duygusal bakış açısını bir kenara koyarak baktığımızda, bu ölümcül aygıtları geliştiren insanların da aslında birer bilim adamı olduklarını görüyoruz. Bir bilim adamının kendi bildiklerini ve kendi görevini sadece kendi tarafından olan insanların yararına sunarsa bu çok yanlış olur. Herkes bir taraf tutmalıdır. Ama bir bilim adamı, tuttuğu tarafın etkisi altında kalmaksızın işini yapmalı ve bu yönde karar vermelidir. Taraf tutarken görevlerini yaparken herkese eşit davranmalı, görevine tuttuğu tarafı yansıtmamalıdır. O zaman işini tam anlamıyla doğru yapmış olur.
 

3 Kasım 2011 Perşembe

Moda



Moda günümüzde çoğu insan için çok önemlidir. Birçok insan modayı takip ederek yaşar, onun getirdiği yeniliklerle kendini değiştirir ve bu sayede hayatına bir şeyler katar. Moda her sene yenilenen bir kavram olduğu için, her yıl büyük markalar yeni oluşturdukları kreasyonlarla takipçilerinin karşısına çıkarlar. Böylece daha büyük kitlelere ulaşırlar. Moda aslında bir sesleniştir, dünyaya kendini duyurmak ve renkli olmaktır. Bazen de kendini yeniden tekrarlamaktır, eskiye dönmektir. Moda insanların kişiliklerini yansıtır. Tüm bu sebeplerden dolayı moda konusunu ele almaya karar verdim. Moda hayatımızın bu kadar içindeyken markaların moda üzerinde ne kadar etkili olup neleri değiştirdiğini, insanların bu konu üzerindeki tutumlarını sorumun içine katmak istedim. Bende modayı takip ettiğim ve sevdiğim için bu konuyu zevkle yapabileceği düşündüm. Moda içinde bazen çok uyumlu gibi gözüken bazen de çok uyumsuz gözüken kombinasyonlar insanların beğeni alanına girer. Gözümüze aslında çok uyumsuz gelen kıyafetler bazen sırf o markanın öneminden dolayı tercih edilir. Buradan yola çıkarak modayı yaratmada markaların büyük bir etken olduğu gerçeği kaçınılmazdır.Dünyada birçok adını duyurmuş marka vardır. Bu markaları bulundukları konuma getiren sıkı bir çalışma ve o markanın arkasındakilerdir. Bu sayede seslerini büyük bir kitleye duyurmayı başarırlar. Marka yaratmak modada kolay bir şey değildir. Asıl demek istediğim iyi bir marka yaratmak. Bir marka her kreasyonunda daha da iyi olmalıdır. Bu kreasyonların nasıl ne şekilde oluştuğu, nelerden ilham aldığı her birinin birbirinden farklı konseptlerle ortaya çıkması modayı anlamlı ve renkli bir hale getiriyor. İlkbahar-yaz koleksiyonu sonbahar-kış koleksiyonu olarak anılan kavramlar bizim giyim tarzımızı şekillendirirken, televizyonlardaki modayla ilgili programlarda bahsedilen kıyafetlerin ya da renklerin dilden dile dolaşıp trend olmasını sağlayan işte o dev markalardır. Bir dönem için demode kavramı adı altında kullanılan bir kıyafet ertesi sene markalar sayesinde yeniden canlanabilir. Aynı zamanda gördüğüm bazı gençler üzerinde markanın önemli bir yere sahip olduğunu hatta statü elde etmek için bir etken olarak düşünüldüğü kanısına vardım. Buradan yola çıkarak markaların modayı yarattığını, bizi de bu markaların çoğu zaman yönlendirdiğini açıkça söyleyebilirim.

Léon



Léon filmi için hayatımda izlediğim en güzel ve en etkilendiğim film diyebilirim.Defalarca izlediğim ve her izleyişimde beni ilk seferki kadar heyecandıran ve ardından uzun süre konuşturan bir film.Filmin senaryo yazarı ve yönetmeni Luc Besson'dur. Filmin başrollerinde ise, Jean Rêno, Natalie Portman ve Gary Oldman yer almaktadır.Bu film Natalie Portman'ın ilk filmidir.Masum bir çocuğun yaşadığı duyguları,üzüntüsünü,duygusallığını,aşkını en masum şekilde bizlere gösteriyor.Filmi bir anlamda etkileyici kılan durum da bence bu.Filmin konusuna gelirsek;Léon, Amerika'nın New York şehrinde ikâmet eden, patronu Tony'den aldığı işleri yapan bir tetikçidir. Hayatını kurallardan oluşturmuş, sert ve tam anlamıyla bir profesyoneldir. Ancak Mathilda adında küçük bir kızla yolları kesişince hiç alışık olmadığı bir dünyaya kapısını aralar.
Film, birtakım çevrelerce yaş farkı olan iki kişi arasında aşk olduğu iddiasıyla eleştirilmesine rağmen, Mathilda'nın Léon'a karşı olan hisleri normal aşktan ziyade, kendisine ilk defa iyi davranan birisi karşısında duymuş olduğu sevgidir. Her ne kadar filmin ilerleyen bölümlerinde aşık olduğundan bahsetse de, buradaki aşk ifadesi küçük bir çocuğun duygularını basitçe belirtme şeklidir. Léon'un da Mathilda'ya karşı duyduğu hislerde benzer şekilde hayatında o zamana kadar görmediği bir sıcaklığa duyulan özlem ve buna karşı verilen duygusal tepkidir.12 yaşında ailesini kendi gözleri önünde kaybeden küçük bir kızın verdiği mücadele ona çok farklı duygular hissettiriyor. Ailesini sevmeyen Mathilda için en değerli varlığı küçük kardeşidir. Babası uyuşturucu işlerine bulaşınca mafya ailenin tüm bireylerini öldürür. O sırada alışverişte olan Mathilda ise olaydan kılpayı kurtulur ve Leon'un kaldığı daireye saklanır. Leon ise çok soğukkanlı bir katildir. Ancak Mathilda'ya karşı içten bir sevgi besler ve ona kol kanat gerer. Aslında babalık, arkadaşlık gibi kavramlar ona çok yabancıdır.Sting'in o dönemde meşhur olmuş Shape Of My Heart adlı şarkısıda filmde çalarak filmi daha etkileyici hale getirmektedir.Bu filmi izlemediyseniz eğer şiddetle izlemenizi tavsiye ediyorum.

Handan



Ders için okuma şansı bulduğum Halide Edip Adıvar'ın Handan romanı Abdülhamit'in istibdad döneminde geçmektedir.Bu sebeple kitabın konusu bize o dönemle ilgili bilgiler vermektedir. Kitap aşk üzerine odaklanırken bununla birlikte o ddönemin sosyal yaşamı ve kültürel yapısını da gözler önüne sermektedir.Kitap adından da anlaşıldığı gibi Handan karakteri etrafından geçen olayları ele alıyor.Kitap bu bağlamda 3bölümden oluşmaktadır.Handan'ın etrafında olan 3erkek bu bölümleri oluşturmaktadır.Kitabın özetine gelirsek; Refik Cemal, Cemal Bey’in baldızı Neriman ile evlenecektir. Neriman Cemal Bey’in kızlarıyla yaşıttır ve onlarla büyümüş, alafranga bir çocukluk geçirmiştir.
Ailenin ayrıca Handan adında bir kızı vardır. Herkesin gözbebeği olan Handan, insanları çok çabuk etkileyebilen, kendisini sevdiren bir kızdır. Neriman’la kardeş gibi olan Handan, Nerman’ı küçüklüğünden beri yetiştirmiş, onu benliği altına almış gibi etkilemiştir. Neriman onun uğruna herşeyini verecek, ölümü bile göze alabilecek durumdadır.
Evlilik zamanı Handan, kocası Hüsnü Paşa ile birlikte Paris’te yaşamaktadır. Handan, gençliğinde Nazım adlı birisini sever ama Nazım sosyalist birisidir. Onun ideallerini ve amaçlarını kendisinden üstün tutup daha çok seveceğini düşünen Handan, Nazım’ın evlenme teklifini reddeder ve Hüsnü Paşa ile evlenir. Nazım bu olay üzerine kendini asar ve sorumlusu olarak Handan’ı gösteren bir mektup bırakır. Handan, bu olaydan dolayı kendini hiç affetmez ve Hüsnü Paşa ile olan evliliği hep sorunlu gider. Zaten Hüsnü Paşa’da onu sadece birkadın olarak sevmekte, sık sık metres bulup değiştirmektedir. Ayrıca bunları Handan’a rahatça söyleyebilmekte ve onların ne kadar güzel olduklarını anlatabilmektedir. Herkes tarafından ölürcesine sevilen Handan, önceleri buna dayanır. Hayatını sevmediği Hüsnü Paşaya adar. Onunla olan sorunlarını kapatmaya çalışır ve evliliğini sürdürmek için elinden geleni yapar. Fakat bu çabası onun gençliğini alır. Sonunda üç aydır ondan ayrı yaşayan Hüsnü Paşanın gönderdiği ağır ithamlarla dolu olan mektubu okuyunca beyninden gelen bir sorunla hasta olur. Hafızasını kaybetmiş, eskiden kalan hiçbirşeyi hatırlayamaz olmuştur. Ona hastalığı boyunca çok sevdiği Neriman ve kocası Refik Cemal bakar. Hüsnü Paşa ise yurt dışında metresleri ile eğlenmektedir. Bu olay onu pek ilgilendirmez. Neriman hamile olduğu için Refik Cemal onunla kalır ve Handan iki üç ay İtalya’da konsultasyonlara tabii kalır. Yanında sadece Refik Cemal ve bir hastabakıcı kalır. Handan, bu süre zarfında Refik Cemal’e aşık olmuştur. Ayrıca Refik Cemal’de ona delicesine severek vurulmuştur. Ancak evli olduğu ve karısını da çok sevdiği için ızdırap duyar, kendisini yer bitirir. Bir süre sonra Handan’ın hafızası yavaş yavaş yerine gelir. Canından çok sevdiği Neriman’ın kocasına, Refik’e aşık olduğunu anlayınca üzüntüsünden vefat eder.Kitap mektup şeklinde ilerlemektedir.Bu şekilde kitaptaki kişilerin gözünden ana karakteri daha kolay bir şekilde tanıyabiliyoruz.Kitapta yoğun tasvirler vardir.O dönemleri anlatan bir roman olarak o dönemi merak edenlerin okumasını tavsiye ederim.

26 Mayıs 2011 Perşembe

Yaz Aktiviteleri

Yaz gelince dansseverlerin latin gecelerine karşı olan ilgisi daha da artıyor. Bundan önce de bahsettiğim gibi Cihat Can her hafta perşembe ve cumartesi günleri Mackolik Complex'de latin geceleri düzenliyor. Fenerbahçe stadının yanında olan bu yer dansseverlere ev sahipliği yaparken,onlara unutulmaz geceler yaşatıyor. Cihat Can'ın her seferinde ayrı sürpriz ve danslar gösterdiği bu organizasyon senelerdir aynı ilgiyle takip ediliyor. Belli özel günlerinde kutlanıldığı Mackolik Complex her konsepte uyum sağlıyor.Cihat Can'ın haftanın iki günü böyle bir organizasyon düzenlemesi dansa başlayan yeni öğrenciler için bir pratik yapma ortamı haline geliyor. Cihat Can'ın mutlaka herkes dans edecek olarak belirttiği bu gecede salsa,bachata,cha cha,merengue ve raggaeton dansları yapılmaktadır. Bu organizasyonu neredeyse bütün dans okulları yapmaktadır. Eğer sizde dansı seviyorsanız mutlaka bu gecelere gitmenizi tavsiye ederim çok eğlenceli geçiyor. Aynı zamanda yazın bu dans kursları çeşitli başka aktvitelerde düzenlemektedir. Tekne turları ya da Bodrum,antalyadaki tatilköylerinde zaman zaman organizasyonlar olmaktadır. Eğer ne tarz aktiviterlerin olduğu öğrenmek ve takip etmek isterseniz,size vereceğim birkaç adreste bulmanız mümkün. Şimdiden iyi eğlenceleer :)

·         Aytunç Bentürk Dance Academy: Mehmet Akfan sok. No: 55 Koşuyolu Parkı.
Koşuyolu/Kadıköy
www.abda.com.tr

·         Cihat Can Dance Company: Marmara Yelken Kulübü, Bağdat Caddesi, Erenköy Cami sokak No: 17 Caddebostan
www.cihatcan.com

Yaz geldi !

Eveeet sonunda yaz geldi. Gerçekten geldi. Artık o bitmek bilmeyen yağmurlar geride kaldı. Her sene nisan sonunda geldiğini hissettiren yaz, bu sene mayıs sonunda kendini gösterdi. Çok soğuk geçen kıştan sonra yazı gerçekten özlemişim. Kalın kazaklara, paltolara ceketlere hatta ve hatta şemsiyelere elvedaaa! Yaz havası o sıcaklık insanı zaman zaman mayıştırsada aynı zamanda çok mutlu ediyor. Yaz aslında deniz,güneş,tatil 3lemesinin yanında artık ders ve sınavların da geride kaldığının da müjdesini veriyor bize. Yazın benim için ne ifade ettiğine gelirsek eğer kesinlikle Bodrum diyebilirim. 'HBC' olarak adlandırdığımız açılımı Hekimköy Beach Club olan, bizim Bodrum Türkbükündeki sitesimizin plajının ismi oluyor bu. Bu isimden çok bu yer benim için çok özel bi yere sahip.Son 3senedir ben ve en yakın arkadaşlarım yaz tatilimizin büyük bir kısmını bu yerde yani Bodrumda geçiriyoruz. Saymakla bitiremiyeceğim kadar çok anıya bizim Bodrumdaki küçük, benim kutu olarak nitelendirdiğim evimiz şahit oldu. Annemlerin ilk satın alacakları zaman çok da istekli olmadığımı gördüklerinde daha küçüksün ileride iyi ki de almışsınz diyeceksin dedikleri günü dün gibi hatırlıyorum. Eveet iyi ki de almışlar. Her sene hatta kışın bu dönemin gelmesini iple çekiyoruz. Her gününde hatta her anında ayrı bir anımız olan bu Bodrum tatillerinin bi yerisine ise 1aycık kadar kaldı. Oley! Bu tatiller hiç bitmesin istiyorum. Bodrumda olmak zaten güzel bir şeyken en yakın arkadaşlarımla orada olmak beraber kalmak her şeyi beraber yaşamak hatta birçok şeyi orada beraber öğrenmek,doyasıya eğlenmek,gülmek,ağlamak,saçmalamak çok çok daha güzel.Bunun yanında güneşlenmeyi ve kapkara olmayı da özlemedim değil :) Bekle Bodrum biz geliyoruuuz ! 










Şampiyon Fenerbahçe

2010-2011 sezonu süperlig şampiyonu Fenerbahçe oldu. Bende bir fenerli olaraktan iyi ki de oldu diyorum :) Normalde takımlarla ve maçlarla pek alakam olmaması rağmen maç ortamını yani stadda bulunmayı o coşkuyu heyecanı yaşamayı, marş söylemeyi kısacası orada deşarj olmayı bağırmayı çağırmayı çok seviyorum. Anadalu yakasında Bağdat Caddesi tarafında oturduğum için bu coşkuyu daha da çok hissettiğimi söyleyebilirim. Maçın olacağı pazar günü fenerliler sabahtan itibaren caddeye çıkarak şampiyonluğun ilk kutlamalarına başladılar. Maçın saatine yaklaştıkça caddeye tam anlamıyla sarı lacivert renkleri hakim oldu. Maça gidemeyen bütün fenerliler abartmıyorum Bağdat Caddesindeydi. Bu durum insanların hayatında futbolun ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu bana bir kez daha göstermiş oldu. Fener şampiyon oldu kutlamalar 2gün sürdü çoğu fanatik kendi içinde hala bu mutluluğu yaşıyor. Bu kadar şampiyonluğa hazırlamışken taraftarlar kendilerini tersi olup Trabzonsporun şampiyon olduğunu düşünemiyorum bile . Eğer şampiyon Trabzon olsaydı fener taraftarları gerçekten bunalıma girebilirdi. Tam bir yıkım olurdu. Buna geçtiğimiz senelerde şahit olduk. Bu maç coşkusu öyle bir şey ki yorulsanda zıplamaya devam ediyosun, sesin kısalsa da bağırmayı sürdürüyosun. Asla durmak yok. İçten gelen ayrı bir sevinç bu. Fenerbahçe sen çok yaşa canım feda olsun sana.Hiçbir şeye değişilmez senin sevgin bu dünyada sözleriyle yazımı bitirirken takımımı bir kez daha kutluyorum :)




Koç Festival



Bu sene kendi okulum olan Bilgi Üniversitesinin festivaline gitmekle birlikte Koç Üniversitesinin de festivaline gittim . Konserleri dışında pek fazla bir programda göremediğimiz Tarkanı Koç Üniversitesi getirmeyi başarmış :) Durum böyle olunca bizde gidelim dedik. Başka sanatçılarında yer aldığı festivale tam Tarkan'ın sahne alacağı saatte gittik. Bilgininkine göre burada tam bir konser havası vardı. Konser alanı gerçekten çok kalabalıktı. Sanıyorum ki bunda en büyük etken Tarkan'ın gelecek olmasıydı. Tarkan'ın şarkılarında gerçekten çok farklı bir hava var. Türkçe şarkı dinlemeyen insanlar bile nerdeyse Tarkan'ın bütün şarkılarını ezbere söyleyebiliyor. Sahneye çıktığı anda herkesi büyüleyen Tarkan eski yeni bütün şarkılarını söylemeye özen gösterdi.Küçücük ama sahnede devleşen Tarkan hayranlarını yine çoşturdu. Slow şarkıları dışında bir kere bile yerinde durmayan Tarkan'ın bu enerjisi nereden geliyor gerçekten çok merak ediyorum. Normalde festivallerde şarkıcılar 2saat kadar bir süre sahne alırken Tarkan dolu dolu 3saat sahnedeydi. Keşke şu şarkısını da söyleseydi dediğimiz bir durum hiç olmadı. Bu sebeple konserin hakkını verdi.17. Kral Müzik Ödüllerinde 7tane ödül toplayan Tarkan gerçekten bunu hak ediyor ve ilerleyen senelerde daha da ödül toplayacak gibi gözüküyor :)

Limonata

Birçok arkadaşımdan duymama rağmen bir türlü denk gelip de gidemediğim Çapamarkanın yeni mekanı olan Limonata Nişantaşında kesinlikle ama kesinlikle gidilmesi gereken yerlerin başında geliyor.City's alışveriş merkezinin en üst katında olan cafe-bar olan bu yer özellikle sinemaseverlerin en uğrak noktası haline gelmiş. Açıkcası ortamı, dekorasyonu, içeçekleri ve yemekleriyle alışık olduğumuz yerlerden çok farklı. Bu sebeple insanların oldukça ilgisini çekiyor. İçeri adım attığınızla birlikte her yer rengarenk,ışıl ışıl. Bu bile insanı neşelendiren bir durum. Yaz aylarında ise İstanbul'un eşsiz manzarasını terasından izlemeniz mümkün. Tatlı bölümü insanın tokken bile iştahlanmasını sağlayacak kadar göz döndürürken, minik pizzaların olduğu atıştırmalık bölümde ise farklı lezzetleri keşfedebiliyoruz. Burası tam anlamıyla bir mutfak-bar. Tatlılarınızı, Tatlı Bar’da alabiliyorsunuz, pizzalarınızı Pizza Bar’da, yemeklerinizi ise Mutfak Bar’da yiyebiliyorsunuz. Tabii masaları tercih etmezseniz. Limonata’nın ortasında dev bir kütüphane var. Ama bu bir dekor değil, günün her saatinde, rahat koltuklara yayılıp kitap okumanız mümkün.Limonata’nın asıl sürprizi mutfağı. Bu mutfak, mekanın tam ortasında ve tüm konukların gözü önünde bir açık alan. Yemeklerinin yemeden önce neyin nasıl pişirildiğini her an izleyebiliyorsunuz. LIMONAID+ adı altındaki çeşitli limonata kokteyleri ve Cupcake Limonaid+ mutlaka denenmesi gereken tatlar. Kısacası kendinizi farklı hissediceğiniz bu yeri daha görmediyseniz, hemen gidip görün diyorum :)










Ulaşmak için :

Telefon : 2123732300
Adres: City's AVM Sinema Katı Nişantaşı

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Medya Ve Sansür






Günümüzde medya ve sansür birbirinden ayrılmaz iki kavram olarak görülmektedir. Nerdeyse her yerde karşımıza çıkan sansür, yani bir şeylerin gösterilmesinin veya gözükmesinin engellenmesi ya da üzerinin kapatılması anlamına geliyor. Sansür artık tüm iletişim teknolojilerinin içinde yazılı basında, TV, internet, tablet ve sosyal medyada yani her yerde. Bu durumdan son derece rahatsız olduğumu söyleyebilirim. Bir haber eğer tüm gerçekliğiyle gösterilirse anlam kazanır daha çarpıcı olur. Ben demiyorum ki bir cinayet haberi tüm açıklığıyla gösterilsin, demek istediğim sansürün gerektiği yerde kullanılması. Ne yazık ki buna rastlamak bir hayli zor. Özgürlük bir toplumdaki huzurun sürmesi için en önemli şey. İnsan özgür oldukça, fikirlerini rahatça söylediği derece huzurludur. Bu engellenince, toplum içinde bunalımlar yaşanmaya başlar. Sansürün sözlük anlamına baktığımızda; insan ifadesinin çeşitli yollarla kontrol altına alınması, pek çok durumda hükümet tarafından uygulandığı, en somut amacı toplumu korumak ve devletin üzerinde kontrol sağlayacağı şekilde geliştirmek olduğu yazmaktadır. Genellikle toplumu etkileyen durumlarda veya eylemlerde uygulanır ve ifade özgürlüğünü suistimal eden düşünceleri bastırma amacı güder. Bu şekilde yazılmış olmasına rağmen, aslında uygulanan sansür çok daha fazlası.

Kapatılmalarının ardından bir hayli konuşulan Youtube ve blogspot sitelerinin arkasında yatan gerçeklerden çoğumuz habersiz. Kim ya da kimler, neye dayanarak ne üzerine ve ne şekilde bu siteleri kapatma yoluna gidiyorlar? Yasakçı zihniyet olarak bilinenler aslında bu sorduğum soru içindeki kim ya da kimleri temsil ediyor. Belli bir güce ve söz hakkına sahip bu yasakçı zihniyet, kendi benimsediği görüş ve zihniyete karşı ne varsa ortadan kaldırarak üstesinden geliyor. Sizin belki de sadece kendiniz için yazdığınız ve emek harcadığınız bu yazılarınıza ulaşmanız engellenirken, aslında o site değil siz engellenmiş oluyorsunuz. Siz ve sizin düşünceleriniz, bakış açılarınız ve benimsediğiniz doğrularınız. Bir sabah kalkıp yazmak için masaya oturduğunuzda “Mahkeme kararıyla bu siteye erişim engellenmiştir.” yazısıyla karşılaşıp küçük bir çocuğun oyuncağının elinden alınması duygusunu içine giriyoruz. Bilgisayar ayarlarımızı değiştirerek bu sitelere girme engelini belki ortadan kaldırabiliyoruz ama bu durum bile bizi tam anlamıyla mutlu edemiyor. Bunun sebebi ise endişe içinde olmamız. Bir sonraki şey ne olacak korkusu. Demokrasinin olduğu bir ülkede yaşarken aslında demokrasiden çok uzak olunması medya ve sansür için söylenebilecek en doğru şey belki de. Medya artık özgürlüğünü sansürle birlikte kaybetmektedir. Yaşadığımız toplum içinde sansürlenen her şeye boyun eğmemiz bekleniyor, boyun eğilmediği sürece ise karşılaşılan durum çok açık, örnekleriyle karşımızda. Tek bir kişi istiyor diye bir topluluğun o kişiye itaat etmesi çok zor ve kabul edilemez. Toplumun doğru ile yanlışı ayırt etmesi için var olan medya, gerçek görevini yerine getirememektedir. Bu medyanın topluma ulaşması da sansürleniyor demektir. Halbuki yasaklar insanları tepki göstermeye, eylemlere ve isyana götürür.  Yasaklar yerine topluma görmesi gereken şeyleri sunmak düzeni sağlayacak en önemli etkendir.





28 Nisan 2011 Perşembe

Aşka Şeytan Karışır





  Hande Altaylı'nın Maraz adlı kitabını okuduktan sonra arkadaşlarımın tavsiyesi üzerine Aşka Şeytan Karışır adlı kitabını da aldım. İyiki de almışım Maraz kadar beğendiğim bu kitabı da bir günde hatta bikaç saatte okuyup bitirdim.Hemen hemen iki kitabında teması aynı sayılır. Yani yine bir kadın bir erkek yani aşk,aldatılma ve ihanet üzerine gelişen olaylar zinciri. Kadının yaşadığı saf duygular,bunalımı,acıları ve çaresizde karşısındakine yeniden güvenmesi veee bunun sonucunda yine boşa aldanışlar.


Kitap kısa olmasının yanında dilinin sadeliğiylede hemen okunuyor.Aşka Şeytan Karışır, günümüzde kadınların en sık yaşadığı duyguları ve hemen hemen nerdeyse üç kadından birinin karşılaştığı durumları ele alırken, bir yandan bende bunu yaşamıştım ya da bende tam bunu hissettim dedirtip bir yandan da yaşamayanlar için benim başıma gelse napardım sorusunu sormaya bizleri itiyor. Hande Altaylı tüm bu duygu ve düşünceleri kitaptaki Aslı karakteriyle bize göstermeye çalışıyor. Bu kitabı okumanızı tavsiye ediyorum eminim sizde kendi içinizde Aslı'nın yaşadığına benzer şeyler bulacaksınız.

İnternet ve tablet gazeteciliği

20. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan internet, bir iletişim aracı olarak tüm dünyayı sarmış ve etkisi altına almıştır. Hayatımızın hemen her alanına girerek yaygınlaşan internet, özellikle son yıllarda, bilgiye ulaşma, onu sayma kısacası iletişim konusunda sağladığı imkanlar ve getirdiği kolaylıklar sayesinde bizlerin en çok kullandığı hatta onunla birlikte yaşadığı bir kavram haline gelmeye başlamıştır. İnternetin bu derece hayatımıza girmesiyle birlikte, teknolojinin de daha çok ilerlemesiyle, internet habercilik sektörü içinde vazgeçilmez bir araç haline gelmiştir.

            Günümüzde yazılı basın ve görsel medya için son derece büyük yatırımlar yapılırken bu yeni teknolojinin getirdiği internet haberciliği ve bunun yanında tablet gazeteciliği aynı işlevi karşılarken, bunu daha da az masrafla gerçekleştirmektir. Bunu çoğu haberci bir avantaj olarak ele almaktadır çünkü internet haberciliğinde de yazılı basın ve görsel medya kullanılmaktadır. Bu durum ekonomik kriz nedeniyle çıkarılamayan gazeteler ve işsiz kalan gazeteciler için bir çıkış noktası haline gelmiştir. İlk bu şekilde başlayan bu yeni sektör hızlı bir şekilde yayılmaya başlamıştır. İnternetin yaygınlaşmasıyla geleneksel gazetecilik ortadan kalkmasa da önemli ölçüde düşüş görülmektedir. İnsanların birçok gazeteye tek elden yani internetten ulaşması ve aynı anda takip edilebilmesi son derece önemli bir buluştur. İnternette bu kadar çok zaman geçirirken, internet gazeteciliği de kitlelere daha kısa sürede ulaşmaktadır. Haberin içeriğine ve başlığına göre okuyup istememesine kendinin karar vermesi, veya hangi haberi hangi gazeteden okumak istediğine kendisinin karar vermesi bir avantajdır. Aynı zamanda hangi haberin kaç kişi tarafından okunduğunu belirlenebilmesi ve yazılan yorumları görülebilmesi de o haberi yapan kuruluşlar için birer avantaj haline gelmektedir. Bir haberi okurken o haberin yanında videosunun da bulunması o haberi daha gerçekçi ve anlamlı kılarken yazılı basın ve görsel medyanın bütün işlevlerini de karşılamış olmaktadır. Radyo ve televizyonun hayatımıza girmesiyle birlikte gazeteciliğin ortadan kalkmadığı gibi, yeni iletişim teknolojilerinin de geleneksel iletişim araçlarını ortadan kaldıracağını kesin olarak söyleyemeyiz. Ama olumsuz yönde etkileyeceği kaçınılmaz bir gerçektir. Şuan milyonlarca kullanıcısı olan sanal ortamda her türlü habere ulaşmak mümkündür. Hızlı olmasından dolayı günlük gazeteleri kısa bir süre içinde tarayabilmekte, son dakika haberlerine göz atabilmektedir.




İletişim teknolojilerinin kullanımının her geçen gün artmasıyla yeni buluşlarda ortaya çıkmaktadır. Buna en iyi örnek tablet gazeteciliğidir. "Gazeteler mi yoksa internet mi" tartışmasını IPad kesin olarak bitirdi. Gazete okuma keyfini ortadan kaldırmadan elektronik ortama taşıdı, böylece internetin kâğıt karşısındaki en büyük avantajını elinden aldı. İlanların kâğıt üzerinde daha etkili olduğu ve bu nedenle gazetelerin ancak kâğıt formatında para kazanacakları iddiası da tabletle çürütüldü. Çünkü IPad'de reklamlar, kâğıt gazetede durduğundan çok daha etkin gözükebiliyor. Ipad içinde her çeşit aplikasyon bulmak mümkün. Artık internet sitelerine girmekten ziyade aplikasyonlar indirerek işlemimizi gerçekleştiriyoruz. Okulumuza konuşmacı olarak gelen Nurcan Akad ise bu son teknolojiden yararlanarak gazete içeriğini Ipad taşıyarak “zete” adlı bir aplikasyonu yani haber sitesini ekibiyle birlikte oluşturmuştur. Tablet gazetecilik, gazetecilikte yeni bir dönemin habercisi olarak görülmektedir. Zete’ye şu anda sadece Apple’ın tablet bilgisayarı IPad üzerinden ulaşılabilmektedir. Nurcan Akad bu programı habere anında ulaşma ve doğru habercilik olarak yorumluyor. Konuşma sırasında sürekli tekrarladığı “Sizin için günün önemli gördüğümüz haberleri okuyacaksınız. ” cümlesi ve bunu bir kolay olarak nitelendirmesine açıkçası bende katılıyorum. Dünyanın her bir yerinden elde edilen haberlere tek bir kaynaktan ulaşılması ve başka bir kaynağa bakma ihtiyacı içinde olunmaması avantajdan başka bir şey olarak görülemez.
İstediğimiz hedefe ulaşmak istiyorsak bunda internetin önemi büyüktür. İnternetle birlikte gerçekleştirmek istediğimiz her şeyi tek başımıza bile gerçekleştirip, kitlelere sesimizi duyurabiliyoruz. Eski olan hiçbir şey tamamen ortadan kalkmıyor. Hala mektup yazılıyor ama daha az tercih ediliyor. Her geçen gün teknolojinin artmasıyla beraber yeni buluşlar ortaya çıkmaktadır. İnternet gazeteciliğinden sonra şimdi onun yerine tablet gazeteciliğinin geçmesi gibi. Kim bilir sırada ne var ? 

Bab-ı Esrar




Ahmet Ümit’in 2008 yılında Doğan kitap tarafından yayımlanan kitabı Bab-ı Esrar (Esrar Kapısı) farklı zamanlarda yaşayan insanların yollarının, bu günde kesiştiği bir roman. Batıdan doğuya yapılan bir yolculuk ve bu yolculuk boyunca, yaşanılan olayların başka bir yolculuğa dönüşmesi ve bunun sonucunda insanın kendiyle barışması, affetmeyi öğrenmesi. Kitabın başından sonuna kadar sıkça tekrarlanan “hakikat” in gerçekte ne ifade ettiği gözler önüne seriliyor ve büyük sır ortadan kalkıyor. Bu sırrı ise Hz. Mevlana ve Şems’in birleşen yaşamlarını aydınlatıyor.

            Ahmet Ümit 1960’ta Gaziantep’te doğdu. 1983’te Marmara Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nü bitirdi. 1985-1986 yıllarında Moskova Sosyal Bilimler Akademisi’nde eğitim gördü. Romanlarını 2002 yılından bu yana Anadolu'daki uygarlıklardan ve kültürlerden seçen Ümit, daha önce birçok kere Hititler, Alevilik, Hristiyanlığın Anadolu kökleri üzerine yazmıştır. Röportajlarında tasavvufun da bu ülkenin en önemli kültürlerinden bir tanesi olduğunu dile getiren yazar, son romanın konusu da, bu tasavvufun içindeki en önemli renklerden biri olan Mevlana ve onun şeyhi Şems-i Tebrizi’den alıyor. Kitabın yazarı Ahmet Ümit’i daha önce duymuştum ama tanışmamız bu kitap sayesinde oldu. Roman son derece kıvrak ve sadece bir dil ve üslupla kaleme alınmış. Cümleler son derece anlaşılır bir şekildedir. Okuyucunun gözünde detaylı bir şekilde beliren tasvirler kitabın daha da zevkle okunmasına neden olmaktadır. Kurgu hem zeki hem de zengindir.
Bab-ı Esrar, yıllar geçse de, dünden bu güne pek çok şey değişse de, ruhun değişmezliğini bizlere gösteriyor. Hakikati aramak, insanların bencilliğini sorgulaması, kurban ve katil ilişkisinin nedenleri, din sanarak yaşadıklarımızı yeniden irdelemek ve birçok yaşanmışlığı tek seferde silebilecek kadar güçlü bir aşkı en saf haliyle bize gösteriyor. Romanı okurken fark edebiliyorsunuz ki; tasavvufta bilgi, Tanrıya ulaşmanın tek yolu değil. Yaşamak ve deneyimler kazanmak en önemli şeydir. Bu durumu romanın başından sonuna kadar birçok yerde Şems’in kitabın başkahramanı olan Kimya’ya rüyalarında gerçeği yani hakikati kavrayabilmesi için geçmişe götürmesi ve olanları kendi gözünden görmesini sağlamaya çalışmasından anlıyoruz. Bu kitap gerilimi, macerayı, duygusallığı, umut etmeyi, çaresizliği, en önemlisi ilahi aşka ulaşmanın insanda oluşturduğu cesareti, sorgulamayı ve gerçek aşkı bize gösterirken, bizi kitabın içine doğru çekiyor.
Kitabın konusundan bahsetmek gerekirse, Londra’dan Konya’ya bir sigorta vakasını çözümlemeye gelen yarı-Türk Karen Kimya Greenwood, babası ve İngiliz annesinin yıllar önce tanıştıkları dergahı ziyareti sırasında kendi yaşamına ve geçmişine ait önemli gerçeklerle karşılaşır. Babası Karen’i ve annesini yıllar önce bir erkek, inandığı gerçek için bırakıp gitmiştir. Karen bu terk edişle, 700 yıl önce yaşanmış Mevlana-Şems ilişkisi arasında paraleller kurarken; dünya, yaşam, inanç ve aşk üzerine sorduğu sorulara cevaplar arayarak, aradan geçen onca yılın sonunda bir hakikate ulaşmanın verdiği rahatlamanın tadına varmaktadır. Daha 12 yaşındayken kendisini bırakıp giden babasının bunu neden yaptığını anlayamamış olmak, ama bu gerçekle yaşamak zorunda bırakılmak Karen’in hiç kabullenemediği bir düşüncedir. Aslında babası Poyraz da küçücük bir bebekken terk edilmiştir. Bir dergahın kapısına sepet içinde bırakılmış, daha sonra bu dergahın düzeninden geçip mevlevi olmuştur. Bir sema zamanı seyre gelen bir İngiliz kadınına tutulup başka diyarlara göçüp yuva kurmuştur. Bu süreçte kafasında daima “varoluşa yönelik sorular” barındırmış, günün birinde Şah Nesim ile birlikte evini terk ederken bu zihin sorunsalını çözdüğünü düşünmüştür. Oysa ölmek üzereyken bile evladı Karen’den izin almak zorunda kalacağını o zamanlar asla kestirememiştir!
Ahmet Ümit’in Bab-ı Esrar ( Esrar Kapısı ) isimli kitabının bu adı almasının nedeni bana göre, çözülemeyen sırların görünenin ardında yani mecazi olarak kapının arkasında olmasıdır. Görünenin ardındaki gerçeğe ulaşma, onu bulma mücadelesi. Bazen her şey göründüğü kadar basit ve anlaşılması kolay olmayabilir. Bu kitabın içindeki sırlar gibi. Şems’in kimyaya derinliği, hakikati göstermesi ile o esrar kapısı aralanmaktadır. Kitabın kapağından Şems bir kapının önünde durmaktadır. Kapının içi aydınlığı temsil etmekle birlikte, soruların çözümünün bu kapının ardında olduğunu bize düşündürmektedir.
Kitabın tasavvuf hakkında çözülemeyen Şems-i Tebrizi cinayeti hakkında ve Mevlana ile Şems’in ilişkisini açıklayıcı bir şekilde ele alırken bizleri okudukça daha çok okumaya, merak etmeye, bu gizemi çözmeye itiyor. Aslında bildiğimizi zannettiğimiz şeylerin asıl nedenlerini öğreniyoruz. Kitapla birlikte aynı zamanda gerçekleri araştırmaya başlıyoruz. Bu kitap keyif aldırırken aynı zaman tarihide gözler önüne seriyor. Yaşananları o dönemin kültürüne, bakış açısına göre değerlendirmemizi sağlıyor. Bu saydığım sebepler bana kalırsa bu kitabı okumak için yeterde artar bile. Tüm bunlar kitabı ilgi çekici kılmaktadır. Romanın özgün olduğunu düşünüyorum çünkü konusu ve içeriğiyle, benzer türde yazılan kitaplardan ayrılmaktadır. İlk bakışta bana kalın gibi gelen bu kitabı seçerken biraz tereddüt etsem de bir solukta okudum. Bunda kitabın dili ve içeriğinin önemli olduğunu düşünüyorum. Eğer sizde görünenin arkasındaki gerçeği keşfetmek istiyorsanız, bu kitapta aradığınız her şey var.

Black Swan








Bu sene izlediğim en güzel film olarak Black Swan'ı söyleyebilirim.İzlerken bir sonraki sahnesinde neler olacağını insana düşündüren, gerilimi oldukça yüksek, heyecanlı vee hayalle gerçeğin iç içe olduğu bu film kesinlikle aldığı tüm ödülleri hak ediyor.

Filmi izlemeden 1hafta öncesinde Maslak Tim'de gittiğim Kuğu Gölü Balesi; görselliği, muhteşem performanları ve büyüleyici kostümlerine rağmen beni filmi kadar etkilemeyi başaramadı.

Kuğu Gölü Balesinin konusunun yanında, film ele aldığı birçok duygu açısından da oldukça ilgi çekici.  Natalie Portman'ın oyunculuğuyla anlam kazanan bu filmin konusuna gelirsek , filmin başrol oyuncusu Nina, New York’ta yaşayan çok yetenekli bir balerindir ve hayatında çoğu balerin için de olduğu gibi dans etmekten başka bir hayali yoktur. Eski bir balerin olan ve bu konuda çok hırslı olan annesi Erica ile yaşamaktadır. Oyun yönetmeni Thomas Leroy KUĞU GÖLÜ’nün baş balerini Beth MacIntyre yeni sezonda değiştrimeye karar verir ve ilk tercihi de Nina’dır. Balenin saf ve zarif Beyaz Kuğu ile şehvetin temsilcisi Siyah Kuğuyu aynı anda canlandırabilecek birine ihtiyacı vardır. Fakat Nina’yı bekleyen bir yeni bir rakip vardır, ve o da Leroy’u etkilemeyi başarmıştır. Nina Beyaz Kuğu rolüne her ne kadar uysa da Lily de Siyah Kuğu’nun tam karşılığıdır. İki genç dansçı arasındaki rekabet garip bir arkadaşlığa dönüşürken Nina da kendi karanlık tarafıyla haşır neşir olmaya başlamıştır.

Bu filmde Natalie Portman, bi anne tarafından hırsla yetiştirilmiş bir kızı canlandırırken, hayatı belli kurallara göre ayarlanmış ve sadece dans odaklı yaşamaktadır. Kaybetmeyi asla kabul edemeyen Nina'nın elinden gelen her şeyi yaptığını ve hatta ölümü bile göze aldığını görüyoruz.Siyah ve beyaz kuğuyu beraber canlandırabilmek, o duyguyu verebilmek için her şeyi göze alan Nina etkileyici bir performans göstermesine rağmen, bu onun ilk ve son gösterisi olur. İçinde bulunduğu psikolojiden dolayı beyninde yani kendi kafasında gerçek olmayan bir dünya yaratır . Nina'nın bu psikoloji içine girmesine neden olan etkenin başta annesi olduğu söylemek gerekir çünkü üzerinde çok büyük bir baskıya sebep olmaktadır.

Şuan bile sizlere anlatırken yeniden izlesem dediğim bu filmi, izlemenizi kesinlikle tavsiye ediyorum asla pişman olmayacaksınız :)